AHİLİK NEDİR?
Ahilik, sanat, ticaret ve mesleğin, olgun kişilik, ahlak ve doğruluğun iç içe girmiş bir alaşımıdır. Ahi diye anılan kişi kesin olarak bir sanat, ticaret ya da meslek sahibidir. O bununla birlikte olgun, ahlaklı, merhametli, iyiliksever ve her işinde, her davranışında dürüst ve güvenilir bir kişidir.
Özellikle Orta Asya´daki ve Türkistan´daki eski Türk belgelerini inceleyen, başta W. Barthold gibi Rus bilginlerinin yazdıklarına göre Türkler, İslam öncesi dönemlerden beri, sanat, ticaret ve başka meslek alanlarında büyük gelişmeler göstermişlerdir. Örneğin W. Barthold "Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler" adıyla Türkçe olarak yayınlanan eserinde, bugün bütün dünyaca kullanılan, bir yerden bir yere yollanan ve "çek" denen kâğıt parçasıyla para alışverişi yapılan ticarî işlemdeki "çek"in ilk kez Asya Türklerince kullanıldığını ve Türkçedeki "çekmek" sözcüğünden geldiğini yazıyor. Yine Asya Türklerince, hükümdarın damgasını taşıyan ak ipek kumaş parçasının para olarak kullanıldığı, bu yüzden, Osmanlı Türklerindeki madenî para birimi "akça"nın, hükümdar damgasını taşıyan bu ipek kumaş parçasından geldiği de, ekonomi tarihiyle uğraşan herkesçe bilinen bir gerçektir.
XIII. Yüzyılın ilk yarısında Anadolu Selçuklu Türklerinin ekonomik yaşamında çok etkin rol oynadığını gördüğümüz ahilik, uzun yıllar boyu Türk ahlakının da simgesi olmuştur.
Ahlakla sanatı ve onun kollarını, dallarını yoğurarak kişinin ruhunda, etinde kemiğinde özümlemiş bir kurum olan bu ahilik, Türkler dışında hiç bir ulusta yoktur.
Arap ve İran din ve ahlak bilginleri, İslam'ın ilk dönemlerinden beri kişilere doğruluk, iyi ahlak ilkelerini öğretmek, benimsetmek, onları iyi insan, iyi yurttaş yapmak için çaba harcamışlardır. Önceleri yalın bilgiler içeren bu tür eserlere "nasihatname", "pendname" vb. gibi adlar verilirken zaman geçtikçe, toplumların bilgi ve görgü düzeyi arttıkça, kişi düşüncesi geliştikçe bu konuda daha derli toplu eserler yazılmaya başlanmış ve adlarına "fütüvvetname" denmiştir. Bu eserlerde yazılan insanî ve ahlaki kurallara uyanlara da "feta", "fütüvvet sahibi", "civanmerd" denmiştir. Bu Arap ve İran bilginleri, kişinin sanat, ticaret ve Öteki meslekleri öğrenmesi konusuna asla eğilmemişlerdir. Onlar, sanatla ahlakı birbirine kaynaştıran Türk ahiliğine tamamen yabancıdırlar.
Türkçedeki karşılığı mertlik, yiğitlik, eli açıklık demek olan fütüvvetçiliğin, fütüvvet sahibi olmanın da dokuz basamağı vardı. Olgun ve mükemmel insan olmak için bu basamaklardan geçmek gerekiyordu.
Farsçada fütüvvet sahibine, "fütüvvetdar", "civanmerd", "feta" denmiştir. Fütüvvetçiler XIII. yüzyılda, Abbasîler halifesi Nasır Lidinillah´ın başkanlığı altında örgütlendiler. Nasır Lidinillah (1155–1225), bu yeni kurduğu sapan atma, kamış gövdesine çakıl yerleştirerek atma demek olan "bundukdarlık" gibi askerî nitelikli sivil örgütlerle kendini, düşmanlarına karşı güçlü göstermek istiyordu ama bu ona pek etkin bir yarar sağlamadı.
Sözünde durma, doğruluk, güven verme, eliaçıklıhk, alçak gönüllülük, bağışlayıcılık, dindarlık, başkasının ayıbını görmemek gibi fütüvvet kurallarına uyma, fütüvvet sahibi ve olgun kişi olma gibi yetenekleri benimseten kuralları kapsayan fütüvvetnameler, Şiilik, Bektaşilik, kalenderlik, Melamilik, ahilik, dahası Yeniçeri sekalan örgütü gibi tarikat ve örgütlerce benimsendi. Her biri, kendi örgütlerine özgü özellikler içeren fütüvvetnameler düzdüler. Bunların kimileri, ahilerin kullandıkları fütüvvetnameleri aynen alıp kimi yerlerini değiştiriyorlardı.
Biz bu yazıda daha çok ahilik ve onun neler getirdiği, ne gibi roller oynadığı üzerinde duracağız. Bu nedenle fütüvvetçilik ve fütüvvetle ilgili şeyler üzerinde daha geniş ve ayrıntılı bilgiler için benim yazdığım ve Türk Tarih Kurumunca basılan "Bir Türk Kurumu Olan Ahilik" ile Kültür Bakanlığınca basılan "Ahilik nedir?" adlı eserlere bakmak gerekir. Orada, fütüvvetçilik, kaynaklan, kökenleri, geçirdiği evreler ve gelişmeler uzun uzun anlatılmıştır. Öte yandan bu fütüvvetname kurallarını ahilerin de benimseyip uydukları gibi, başka kurum ve kuruluşlar da benimsemişlerdir; ama yine de söylüyorum ahilik tamamıyla fütüvvetten ayrı bir şeydir.
Biraz önce de değindiğim gibi, ahiliğin belirgin niteliği, ahi adıyla anılan kişinin, sanat, ticaret ya da bir meslek koluyla uğraşmakta bulunmasıdır. Bununla birlikte ahi, sanat ve meslek yollarını öğrenirken, fütüvvetçilerin bildiği kuralları ve ahlakî nitelikleri de öğreniyordu; yani sanatın incelikleri, ahlakî nitelikleri aynı zamanda öğreniliyordu.
Ahilerde bu çifte nitelik nasıl öğreniliyordu? Bunlar sanata ve mesleğe çok küçük yaşta başlarlardı. Ahilik yoluna girenlerde ilk basamak, "yamaklık" ti. Bundan sonra çıraklık, onun ardından kalfalık, kalfalığın üstü de ustalıktı.
Bu basamakların birinden ötekine geçiş süresi fütüvvetnamelere göre 1000 gün yaklaşık üç yıla yakın bir aradır; ama yamaklıktan çıraklığa, iki yılda geçilebilirdi. Çıraklıkla kalfalık, kalfalıkla ustalık arası, sanatına ve mesleğine göre üç yılı da aşabiliyordu.
Dükkânda, tezgahta geçirilen bu sürelerin türlü basamaklarındaki genç, kendi ustasından yaşam ve ahlak kurallarını öğrenirdi.
Ahiler, şehirlerde, kasabalarda ya da mahallelerde, o bölgenin zengin ve etkili ahisince yaptırılmış bulunan ahi zaviyelerinde her akşam toplanırlardı. Burada sık sık, esnaf ve sanatkârlar topluca akşam yemekleri yerlerdi. Hele, zaviyeye yabancı yerlerden bir konuk gelirse bu şölenler daha görkemli olurdu. Bunun için gündüzden, görevli kişiler her esnaftan, akşam yenilecek yemek için para toplarlar, bununla, gerekli et, sebze ve tatlı malzemesi alınır ve bunlar akşam, bu işleri bilen ahilerce pişirilirdi.
1330'lu yıllarda Fas´ın Tanca şehrinden Anadolu´ya gelip ahi zaviyelerinin pek çoğundaki şölenlere konuk olarak katılan oralarda konuk olan İbn-i Battuta (1304–1368) bunları ayrıntılarıyla anlatmaktadır.
Fütüvvetçilerdeki fütüvvete girme törenleri gibi ahilerde de, ahilerin ilk ahi olma törenlerinde, kalfanın usta oluşu törenlerinde olduğu gibi, kuşak (şed yada önlük) kuşatma işlemi vardı. Özellikle yüksek rütbeli yöneticiler, dahası hükümdarlar ahi olurlarken, dönemin büyük ahi bilginlerinin elinden şed (kuşak) kuşanarak ahi unvanı alırlardı.
Kimi fütüvvetnamelerde bu zaviyelerin; değerli Kıbrıs halılarıyla döşeli, gür aydınlıklı lambalarla donanmış olduğu, ahilerin, derecelerine göre oturdukları, yemek pişirme, sofra kurma, zaviyenin üyeleri ile varsa yabancı konuklan yerlerine yerleştirecek görevlilerin işbaşında çalıştıkları anlatılır.
1- Yiğitler: Bunlar en alt sınıftılar.
2- Ahiler: Bunlar altı bölük idiler, ilk üç bölüğe "Ashab-ı tarıyk" yani yola girmiş kişiler, 4, 5 ve 6. bölüklere de "Nakipler" denirdi.
7- Halifeler: Bunlar sahib-i seccade değillerdi yani bağımsız olarak kendiliklerinden bir işe girişemezlerdi.
8- Şeyhler: Bunlar, kendilerinden önceki yedi bölüğün başkanıdırlar.
9- Şeyh ül-Meşayihler: Bunlar, şeyhlerin de başkanıdırlar. Bu Ahi Baba´dır. Zaviyeyi yaptıran ya da onun soyundan gelenlerden olmalıdır.
Yiğitlerin, zaviyelerde düzenli bir kontrol altında bulundurulmaları ve güvenilir kişiler yönetiminde eğitilmeleri gerekirdi. Fütüvvetnamelerde görüldüğü üzere, her çırak yiğidin iki "yol kardeşi" bir "yol atası" bir "üstad"ı, yani sanat öğretmeni, bir de "piri" vardı.
Ahilere zaviyelerde, her gece ayrı bir konuda olmak üzere her konunun uzmanları tarafından meslek ahlakı, genel ahlak ve terbiye kuralları, din bilgileri anlatılırdı. Öte yandan, haftanın belli bir gününde ata binmek, kılıç, kalkan, ok ve mızrak gibi silahların kullanılması için askerlik bilgileri verilirdi. Bu işler, özellikle Anadolu Selçukluları döneminde ve Osmanlıların devlet kuruluşlarının ilk sıralarında çok önemli idi.
Anadolu Beylikleri döneminde bir ara, Ankara´da yönetim boşluğu ortaya çıkmıştı. İşte bu sırada Ankara ahileri işe el koyup güveni ve düzeni birkaç yıl korudular. Türk Tarih Kurumu kitaplığındaki "Hadikat üs-Salatin" adlı bir yazmada ahilerin, Ankara´nın yönetiminde baştan beri yardımcı olduklarını söylüyor: " ... Dar ül-îslam olali çok zaman idi. Fethi zamanında içinde kodukları hâkim neslinden haliya (şimdi) şehir ve hisar ve havalisinden bir miktar diyara, ahiler dimekle maruf oniki kimesneler hâkim ve valiydi. Mahsulat-ı vilayti-ki emval-i bîgaye yetişti-iştirakile zabtedip ittefakile devayirin kaadir olduklan adüvden (düşmandan) korurlardı Her birinin kapusunda ve tapusunda şahlar âyinince yatu yarağıyla (silahıyla) âraste, (donanmış) asker suretinde bir kaç yüz evbaş (alaylı, başıbozuk) hazırbaşidi".
Osmanlıların da, bunları "şehir ahileri" olarak bazı yerlere atadıklarını görüyoruz. Murat Hüdavendigâr´ın düzenlediği bir vakfiyede, bu Osmanlı hükümdarının, ahilerden şed kuşanıp, kendisi de hısımlarından Şeydi Sultanın kızı ile evlendirdiği ahi Musa´ya eliyle kuşak kuşatıp Malkara´ya ahi atadığı ve ona Malkara´da sınırlan ve şartlan vakfiyede yazılı bir parça yer vakfettiği, eğer Ahi Musa´dan sonra buraya başka bir ahi atanırsa, aynı şartlarla vakfiyede yazılı yerlere onun tasarruf edeceği kayıtlıdır (benim, ahiler, Türk Tarihi Kurumu yayını, ss. 91).
Anadolu Selçuklularında ahiliği kuran ve yayan kişi Ahi Evren´dir. Bu, onun lakabıdır. Onun, tam künyesi Nasırüddin Mahmud B. Ahmed´dir. (1171–1262)
1220´li yıllarda Moğolların, Türk Harezmşahlar ülkesini yakıp yıktıkları sırada oralardan Anadolu´ya gelmiş olmalı.
Ahi Evren, Anadolu´ya gelip Kayseri bölgesine yerleşti ve ilk kez, o dönemin en gerekli nesnesi olan deri işçiliğini, debbağlığı geliştirdi. Gerçekten o çağların en yararlı nesnesi, deri idi. Ayakkabı, eyer, gem, kolan, türlü gereksinimler için kullanılan tulumlar vb. deriden yapılırdı.
Ahi örgütünün Anadolu´da yerleştirilip yaygınlaştırılmasıyla şu sonuçlar elde edildi:
1- Göçebelikten yerleşikliğe geçiş yani Türk şehirleşmeciliği çok hızlandı.
2- Onüçüncü yüzyılın ikinci yarısı başlarına dek büyük bir çoğunlukla, Türk olmayan yerli halkın elinde ve tekelinde bulunan sanat ve ticaret işyerlerine Türkler de sahip olmaya, katılmaya, ona canlılık vermeye başladılar.
3- Türk esnaf ve sanatkârları, aralarında sağladıkları karşılıklı dayanışma ve güven sayesinde, bölgede imtiyazlı bir duruma geçti ve bunlar, yavaş yavaş şehir ekonomisinde söz sahibi oldular.
Türk toplumunun, Anadolu'nun o zamanki sanatında ve ticaretinde etkin bir duruma geçişi, yoğun olarak yaşamakta bulundukları Türkistan bölgesinden, ikinci büyük bir göçle Anadolu´ya gelişleri üzerine oldu.
Gerçekten, XI. yüzyılın ikinci yansında Maveraünnehir´den kalkıp İran'a geçerek Anadolu´ya giren 1071 yılında Romen Diojen (Romanos Diagenes), komutasındaki Bizans ordusunu Malazgirt ovasında ağır bir yenilgiye uğratan Türkler, büyük çoğunlukla göçebe idiler. Bu göçebe Türklerin, Türkistan´dan Anadolu´ya geçişleri, 1071 yılından 1230´lu yıllara dek geçen 160 yıl sürdü.
Harezm´in, Türkistan´ın o zamanki büyük ve uygar şehirlerinin esnaf ve sanatkârları, bu ilk göçte işlerini bırakıp gelmediler ama tarih sahnesine yeni çıkmış sayılabilecek Moğolların, hükümdarları Cengiz (Temuçin: 1115–1227) komutasında saldırıya geçip, önce Uygur Türklerini buyrukları altına alıp, onlardan askerlik ve uygarlık temellerini öğrendikten sonra 1211 yılında Çin´e girdiler. Cengiz´in danışmanı, Uygur Türklerinden "Irkıl Hoca" idi. Türklerin Moğollarla ırk bakımından ilişkileri yoktur. Moğol orduları 1219 yılında da Türk Harezmşahlar devleti ülkesine saldırdılar. Cengiz´in öldüğü 1227 yılında, Türkistan ve Harezm bölgesi tümüyle Moğolların eline geçmiş bulunuyordu.
Moğollar, Türkistan´dan İran´a, bugünkü Rusya topraklarına ve Selçukluların ülkesi Anadolu´ya yöneldiler.
O çağlarda dünyanın en uygar Türk şehirleri olan Buhara, Taşkent, Semerkand, Belh, Gazne, Merv vb. kentler, bu yarı yaban ulus tarafından yerle bir edildiler. Bu şehirler halkından olup Moğollarca öldürülme korkusundan kaçan Türk tüccar, esnaf ve sanatkârların büyük bir çoğunluğu, o sıralarda Anadolu´ya, İran´a ve Çin´e giden Venedikli gezgin Marko Polo (Marco Polo: 1254–1323)nun "Türkmen İli" olarak nitelediği Anadolu Selçukluları ülkesine, ırkdaşlarının yanına sığındılar. Kaynaklar bize o zaman, Merv şehri ve çevresinden bir göçte yetmiş bin kişinin Anadolu´ya geldiğini bildiriyorlar. İşte bu ikinci büyük göçte Anadolu´ya gelen Türklerin büyük çoğunluğu, şehirli esnaf ve sanatkârlardı. Bunlar Anadolu´nun sosyal, kültürel ve ekonomik yaşamında büyük değişikliklere, bu bölgede Türklerin şehirler kurma olayına yardımcı oldular, bu işi hızlandırdılar.
Asya´dan bu yeni gelenler burada kendilerini ayakta tutabilmek ve güvenlik içinde yaşayabilmek için, geldikleri yerlerdeki sanat ve ticaretlerini sürdürdükleri gibi askerliği de iyi öğrendiler. Yine bunlar, yerli Bizans esnaf ve sanatkârlarının rekabetlerini, kendilerinin bu alanlardaki kuruluşlarına çekidüzen vererek, Moğol saldırılarına da karşı onlarla savaşa hazır durumda bulunarak önleyebilirlerdi. Çünkü Moğollar, Doğudan sürdükleri bu Türkleri, Anadolu´da da rahat bırakmadılar.
Baycu Noyan komutasındaki Moğol orduları, daha İran'ı ele geçirip "İran Moğolları" ya da "İlhanlılar" Devletini kurmadan, o sırada batının en güçlü devleti olan Anadolu Selçuklularını yıkmak için onların ülkesine girdiler, 1243 yılında yapılan "Köse Dağ Savaşı"nda onları yenip, seksen, yüz yıl Anadolu´yu sömürdüler.
Sekiz on yaşındaki Selçuklu hükümdarı ikinci Gıyaseddin Keyhüsrev´in beceriksizliği yüzünden, ordunun büyük bölümünün, savaşa tutuşmadan kaçması, Türkleri böyle talihsiz bir yenilgiye uğrattı. Bu yenilgi, Anadolu Türklerinin bütün zenginliklerinin, bugünkü İran´ın Kazvin kenti yakınlarında yıkıntıları bulunan, İlhanlıların başkenti "Sultaniye"ye taşınmasına yol açtı.
Bütün bu nedenlerle, Anadolu´nun o zamanki büyük Türk düşünürleri, halkı, bu tehlikelere karşı güçlendirme ve örgütlendirme çabasına giriştiler.
Âşık Paşa Oğlu Tarihinde ve o zamanlar yazılmış bu tür eserlerde, Osmanlı ordusu içinde, düşmana karşı onlarla omuz omuza dövüşen gönüllü yardımcı birlikler arasında ahi zaviyelerinde yetiştirilmiş olan ahi birlikleri "Ahiyan-ı Rum" yani Anadolu ahileri de anılmaktadır. Bu gönüllü birlikler arasında "Gaziyan-ı Rum" yani Anadolu Gazileri; "Baciyan-ı Rum" yani Anadolu kadınları kolu, "Abdalan-ı Rum" yani Anadolu ermişleri adlı birlikler de vardı.
Kırşehir´e yerleşen Hacı Bektaş (1210–1270) göçebe ve yerleşik Türk toplulukları arasına girip onların ulusal duygularını kamçılayarak Türk dilinin, müziğinin, folklorunun, edebiyatının ve kültürünün, Bizans ve İran etkileri altında bozulmasını, eriyip gitmesini önledi.
Yine aynı yıllarda Kırşehir e yerleşen Horasan erenlerinden bir başka Türk büyüğü ve ekonomisti Ahi Evren Şeyh Nasırüddin Mahmud B. Ahmed (1171–1262), Türk toplumunun sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel düzeni ile uğraştı. O, Horosan, Harezm ve Türkistan bölgelerinden gelen Türk esnaf ve sanatkârlarını, ahlak, yardımseverlik, konukseverlik ve sanat birleşimi olan ahi kuruluşu içinde birleştirip örgütlendirdi.
Ahilere, ahi babalarınca yaptırılmış olan zaviyelere gitmeye başlayışlarının ilk günlerinde şu ana ilkeler öğretilirdi ki, zaten bunlar, yüzyıllarca Türklerin ayırıcı nitelikleri halinde sürüp gelmiştir:
Ahi olan kişinin üç şeyi hep açık, başka üç şeyi de hep kapalı olmalıdır. Açık olması gerekenler:
1- Ahinin eli açık olacak: Yoksullara, düşkünlere yardım etmek için.
2- Kapısı açık olacak: Konuk olmak ya da ondan bir şey istemeye gelenler için.
3- Sofrası açık olacak: Yoksullara, düşkünlere, konuklara yemek yedirmek, açları doyurmak için.
Kapalı olacaklar da üçtür:
1- Gözü bağlı olmalı: Kimsenin ayıbını görmemek, kimseye kötü gözle bakmamak için.
2- Beli bağlı olmalı: Kimsenin ırzına, namusuna, haysiyet ve onuruna kötülük etmemek için.
3- Dili bağlı olmalı: Kimseye kötü söylememek, kimse hakkında iftira etmemek, münafıklık, koğuculuk yapmamak için.
Ahilikte en çok beğenilen huy, başkasının ayıbını görmemek, onu yüzüne vurmamak ve alçakgönüllü olmaktır. Birçok fütüvvetnamede, şu olaya çok önem verilir: Bir gün Hz. Peygamber, bir toplulukta otururken birisi gelip filan evde bir erkekle bir kadın kötülükte bulunuyorlar diyor. Onları çağırmak gerektiğinden sahabeden birkaçı, oraya gitmek üzere izin istiyorlarsa da Hz. Peygamber, Ali´ye, sen git ya Ali diyor, bakalım doğru mu? Ali o eve gelince gözlerini yumup içeriye giriyor. El yordamıyla duvarlara tutunarak dolaşıyor, dışarı çıkıp gözlerini açıyor. Peygamberin yanına varıp ona, bütün evi dolaştım kimseyi göremedim diyor. Hz. Muhammed, peygamberlik yeteneğiyle işi anlayıp "Ya Ali! Sen bu ümmetin fetasısın" diyor ve sonra bir bardak su ile biraz tuz istiyor. Selman-ı Fârisî getiriyor. Peygamber bir miktar tuz alıp bu şeriattır diyor ve bardağa atıyor. Yine bir miktar tuz alıp bu da tarikattır diyor onu da suya döküyor; üçüncü kez yine bir miktar tuz alıp bu da hakikattir diyerek yine bardağa atıyor ve suyu Ali´ye verip içiriyor. "Sen benim refîykımsın, ben de Cebrail´in refiykıyım Cebrail de Tanrı refiykıdır" diyor. Sonra Selman´a, Ali´ye refiyk (arkadaş) olmasını söylüyor. Selman, Ali´nin elinden tuzlu su içerek onun refîykı oluyor...
Ahiler, kız çocuklarına da şu öğütleri verirlerdi: 1- İşine, 2- Aşına ve 3- Eşine özen göster.
Bu öğütten amaç, evinin işlerine, temizliğine, pişirdiği yemeklere ve eşinin gözünün dışarıda olmaması için ona iyi muamele etmesini benimsetmektir.
Ahi örgütlerine kadınlar üye olamazlar. Bu durum, kökü çok eskilere dayanan, Müslüman tarikattan, masonluk ve benzeri örgütlerde de aynıdır, bu ayırım, erkeğin bencilliği, belki bir ölçüde kıskançlığı sonucudur. Bu durum İslam ibadetine de yansımıştır. Hıristiyan kiliselerinde kadın erkek yan yana ibadet ederken Müslümanlıkta kadınlar camilerde erkeklerle aynı safta ibadet edemezler. Bu ayrım, nedeniyle örneğin farz-ı ayn olan cuma namazına kadınlar katılamazlar, onlar evlerinde cuma namazı değil, öğle namazını kılarlar. Ama Osmanlılarda kuruluş sıralarında kadın örgütleri "Bacıyan-ı Rum" olarak erkeklerle aynı saflarda savaşmışlardır. Erzurumlu Nene Hatun, Kurtuluş savaşlarında Kara Fatmalar ve benzerleri öyledir. Bu kadın örgütleri, savaş sırasında erkeklerle omuz omuza düşmanla çarpıştılar.
Ahi zaviyelerindeki öğretmen ahiler gençlere, ata binmek, sürek avına çıkmak, kılıç, ok ve kalkan kullanmak gibi şeyleri öğretirlerdi. Yine bu öğretmen ahiler, pirler, yoldaşlar ve yol ataları gözetiminde, duygularını arındırmaya çalışan gençleri, zaviyelerde uyulan inançlara, kurallara alıştırmakla görevliydiler. Yine bu öğretmen ahiler, öğretmesi için yanına verilen gence dinî bilgileri, yükümlülükleri öğrettiği gibi, ahi fütüvvetnamelerinin kapsadığı insanlık yöntemlerini uygulamalı olarak belletirlerdi. Bu ahi zaviyelerinde öğretmenlerden başka müderrisler, kadılar, hatipler, vaizler, bilim ve din adamları da bulunurdu; çünkü bunların da, sanatkâr ve tüccarlar gibi işleri ve görevleri vardı; yani ahi olma koşullarını taşıyorlardı.
Osman Oğulları devletinde 1361 yılından önceki yıllarda ordu kurulmadan ya da ordu gücünün düşman saldırısına karşı koymaya yetmediğinde ahiler, silahlarına sarılıp atlarına binerek savaş alanlarında koşarlardı.
Büyük Türk ekonomisti, sanat ustası Nasırüddin Ahi Evren Mahmud B. Ahmed, ahlâk, konukseverlik, yardımseverlik ve sanatın karışımı olan ahiliği örgütleyerek onu, o denli saygın bir duruma getirmişti ki dönemin emirleri, hükümdarları bile bu kuruma üye olmayı onur saymışlardır. Örneğin Osmanlı hükümdarı Orhan Gazi ve oğlu birinci Murad Hüdavendigar ahi idiler.
Burada, Anadolu Türkünün sanat ve meslek yaşamında Ahi Evren´in yaptığı eşsiz hizmetleri sıralarken, Anadolu Selçuklularının saray dilinin ve edebiyatının Farsça olduğu dönemlerde, Türk halkı arasına girerek, onlarla kadınlı-erkekli toplantılar yaparak Türk dilinin, müziğinin, şiirinin, gelenek ve göreneklerinin korunmasında, gelişmesinde büyük emeği geçmiş bulunan Türk bilim ve düşün adamı büyük insan Hacı Bektaş Veli´yi de (1210–1271) saygı ile anmak gerekir.
Asyadaki Anayurdumuzda ahlakla sanatı özemiş bulunan ahilik, Anadolu´da da aynı görevi yapmış, üstelik onu köylere dek yaygınlaştırmıştır.
Ahiliğin Anadolu köylerindeki uzantısı, "Yaran odaları"dır. Şehirlerdeki ahi meslek ve sanat kuruluşları üyeleri, çevrelerindeki yoksulların, kimsesizlerin her tür gereksinimlerini, vakıflar kurarak gideriyorlardı. Bunlar aşevleri, hastaneler, okullar vb. gibi şeylerdir ki, Türkler dışında hiç bir Müslüman ülkede görülmezdi; ama salgın hastalık, kıtlık, yangınlar, askerlik vb. şeylerle harap olmuş yerleri, yoksul düşmüş köyleri halkı böyle vakıflar kuracak durumda değillerdi. Pek çoğu bu durumda olan Anadolu köylerinde başka bir örgüt, "yaran odaları" örgütü kurmuşlardı. Buralarda, köy halkının "imece" denen ve topluca yapılan yardım gelenekleri daha çabuk ve daha etkin olarak yapılabiliyordu.
Köylerde bu yardım ve konuklama işi, "köy yaran odaları" ve "köy konuk odaları" işbirliğiyle yapılıyordu.
Görevleri ve işleyişleri 1950´li yıllara dek Anadolu'nun pek çok köyünde sürmüş olan bu iki tür odanın nasıl kurulup nasıl çalıştığını, tanık olup yaşamış bir kişi olarak iyi biliyorum. Bunların ayrıntılarını, yukarıda ad ve basıldığı yerleri belirttiğim iki kitabımda yazdım, onları burada özet olarak veriyorum:
KÖY KONUK ODALARI
Bunlar, şehir ve kasabalardaki zengin ahi babalarının yaptırdığı zaviyeler gibi köyün zenginlerince yaptırılırdı. Ben, Isparta ili Gelendost ilçesinin Yenice köyünde doğdum. Babamın babası Hacı Osman Efendi hâkim (kadı) imiş. Onun yaptırmış olduğu konuk odasına babam Hafız Ferhad Efendi bakardı. Oda bakmak; odaya köy dışından, başka şehir ve kasabalardan gelenlere yemek vermek, hayvanlarına saman, yem vermek, kışın sobasını yakmak, altına yatak sermek, yorgan vermek, yemek çıkarmak gibi şeyler demekti. Bu tür odalarda en az üç dört takım yatak, yorgan bulunurdu. Ben, ağabeylerim, odaya gelen konuklara, hayvanlarına bakar, yemek götürürdük.
Yolların, ulaşım, taşıma ve konaklama araç ve gereçlerinin ilkel ve yetersiz olduğu zamanlarda bu odaların, konuklara parasız olarak verdiği hizmetler çok insanî ve değerli idi. Köylerde, çoğu kasabalarda bugün bile otel ya da han bulunmamaktadır. Oysaki Avrupa'da oldukça düzenli işleyen posta arabaları yolcu taşıyor, kır ve kasaba hanlarında yolcular geceleyip yemek yiyebiliyordu. Parasız hizmet verecek hayır kuruluşları yoktu.
YARAN ODALARI
Benim ailemde biz, beş oğlan, bir kız kardeştik. En büyük ağabeyim benden 21 yaş büyüktü. Hepimiz ana-baba bir kardeştik.
Büyük ağabeyimle onun küçüğünün, evimizin arka bahçesinde bir yaran odaları vardı; orada akşamları toplanırlardı. Bu tür genç odalarında 20–35 yaş arasındaki gençler toplanırlardı. 35–40 yaşın üstündekiler ihtiyarlar odasında, babam ve onun yaşındaki büyükler de Kadı Odası diye anılan konuk odamızda toplanırlardı. Bizim köy oldukça büyük olduğundan, köyde üç yaran odası, üç de, ihtiyarlar odası vardı. Bu üç ihtiyarlar odasının en saygını, bizim oda "kadıların oda" idi. Çünkü burada medrese tahsili yapmış oldukça iyi okumuş kişiler vardı. Örneğin babam, amcam, hafızdılar, amcam muhtar ve hatib, babam hafız babamın amcası oğlu müderris idi. Köyümüzdeki medresenin başı idi. Bu ihtiyarlar odalarının bir işi de mahkeme gibi çalışmaktı. Miras, kavga ve nizaların halli bu odaya gelir orada halledilirdi. 1950´li yıllara dek köyden mahkemeye giden pek olmuyordu. Daha önemsiz anlaşmazlıklar öteki ihtiyarlar odasında çözümlenir, karışık ve zor olanlar bizim odaya gelirlerdi. Ben küçük olduğumdan, okul zamanları dışında odaya gider büyüklere su filan verirdim. Yaran odaları denen gençlerin odaları, her odanın yaranları tarafından yapılırdı. Bu yaran odaları, 100–120 m2'lik büyük salon halindeydiler. Salonun büyük bir ocağı, ocağın karşısındaki alt kısımda, yerden bir buçuk metre kadar yükseklikte tahta bir sofası bir iki penceresi, bir iki su testisi konacak oymaları bulunurdu.
Sonbaharda, harmanlar kaldırılıp ekinler ekildikten sonra bu odalar açılır, gençler akşamlan gitmeye başlarlardı. Mayıs başlarında Hıdrellez´den sonra, yaz ekinleri başladığında odalar da kapanır herkes tarım işleriyle meşgul olurdu.
ODANIN İŞLEYİŞİ
Her odada 20–30 genç bulunur. Odaya her akşam, yemekten sonra gelinir. Ocakta yakılacak odun, gaz lambalan, daha sonraları lüks lambalan, keşikle, her gün bir yaran efradı (odaya devam edenlere böyle denirdi) tarafından sağlanır. Odanın temizliğinden de, kendisine keşik (nöbet) gelen kişi sorumludur. Bu nedenle keşikçi, gündüz odaya gelip temizliği yapar, lambalara gaz doldurur, gece yakılacak odunu getirir. Keşikçi, bir gün önceki akşam oda dağılırken, önceki keşikçiden odanın anahtarını alırdı.
Bu odalarda oturma, konuşma, terbiye ve nezaketin korunması, ahi zaviyelerinde olduğu gibi yaran başı ve onun yardımcısı "oda başılar"ca sağlanırdı.
Yaranın her birine "efrad" denir. Efrad ferdin çoğuludur ama böyle söylenegelmiştir. Her yıl oda açıldığında yaranların hepsinin oylarıyla seçilen "Yaran başı" ve "Odabaşılar, efrad arasında ortaya çıkacak dargınlıkları, kırgınlıkları, hak, hukuk sorunlarını çözüme bağlardı. Anlaşmazlık konusu daha ağır ve çözümü zorsa ihtiyarlar odasına gidilir orada çözüme bağlanırdı. İhtiyarlar odasının verdiği karara itiraz edilmez, kesindir. Zaten bunlar hakça çözümlenirdi. Yukarıda da dediğim gibi benim tanık olduğum uzun yıllarda köyden mahkemeye pek gidilmezdi.
Yaranların başlıca görevleri şunlardı: Düğünlerde düğün sahiplerinden iki tarafa yardım etmek. Düğün sahibi yaranlardan birinin yakını ise bu iş parasız yapılırdı, sadece yaranlara bir iki kez ziyafet verilirdi. Oda Efradı ile ilgisi olmayan birinin düğünü, bir iki koç verme karşılığında yapılırdı. Düğün işi oldukça zahmetli idi. Başka köylerden gelen konukları evlere yerleştirmek, düğün sahibinin akrabalarının bu konuklara hazırladığı 20 kap kadar yemeğin taşınmasını yaranlar yapardı. Düğünde kazanlarla pişen yemekler için dağdan yirmi otuz yük odun getirmek de yaranların görevi idi.
Köydeki yoksul ve kimsesiz kişilerin, dul ya da kendileriyle ilgilenecek kimseleri olmayan, kocası askerde bulunan kadınlara yardım da bu yaran odalarının görevleri idi. Böylelerinin çifti, hayvanı yoksa ekinlerini ekiverme, harmanlarını kaldırıverme, evi yanmışsa ev yapma gibi işleri yine bu odaların görevi idi.
Köyün genel işlerine yardım etmek de bu yaran odalarının görevi idi, bunlar, dere, göl taşması, orman, ekin ya da harman yanması gibi şeylerdi. Böyle bir durum ortaya çıktığında oda gençleri hemen topluca olay yerine koşar, tehlikeyi önlerlerdi.
Köyün yaran efradı, harman sonunda, aralarında para toplayıp hep birlikte Eğirdir Gölü kıyısına gidip bir hafta orada eğlenir, balık ve kuş avlar, yüzme ve güreş gibi sporlar yaparlardı. Bu tür eğlenceler, Hıdrellez gününde de (6 Mayıs) yalnız o güne özgü olarak yapılırdı. Bu topluluklar, kışın da odalarında çalgılı, türkülü eğlenceler yaparlardı.
Ahlakî ve insanî bilgileri ve eğitimi ahi zaviyelerinde alan ahinin kesin olarak bir meslek ya da sanatı olurdu yani, ahiliğe ancak, esnaf, sanatkâr ya da meslek sahipleri katılabilirlerdi; zaten ahiliğin, tekke ve türbelerde çöreklenip halka el açarak kutsal duygular sömürücülüğü yapan, cahil halkın sırtından geçinen asalak tarikat topluluklarından farkı buradadır.
Ahilik, Anadolu Türküne, alın teri ile geçinme, başı dik, kendine güvençli ve minnetsiz yaşama yeteneği kazandırmış, bu ruhu onlara aşılamıştır.
Atölyede, tezgâhta sanat eğitimi, ahi zaviyelerinde kültür ve genel bilgi alarak çifte bir eğitim gören Türk Esnafı ve Sanatkârı, hem aralarında güçlü bir dayanışma ve yardımlaşma kurmuş, hem de yerli Bizans sanatkârlarıyla yarışabilecek bir sanat ve meslek yeteneğine kavuşmuş oluyorlardı.
Onların, her grup sanatkâr ve meslek sahibi için ayrı olmak üzere, bedesten, arasta ya da uzun çarşı denen, kalın duvarlarla çevrili görkemli yapılar içindeki yan yana dizilmiş dükkânlarda sanat ya da mesleklerini becerili ve yetenekli olarak gururla sürdürüyorlardı.
Ahiler, aralarında kurdukları güçlü ve etkili bir otokontrol ile de standart, sağlam ve ucuz mal satarak, her dinden ve milletten kişilere, güvenli ortamda ürünlerini satarak işlerini yürütüyorlardı.
Aile terbiyesi, meslek terbiyesi, din duygusu, Allah korkusu onları işlerinde üstün kılıyordu. Her sanatın ve meslekin bir piri vardı. Onun adını;
Her seher besmeleyle açılır dükkânımız
Hazreti ..... Pirimiz üstadımız
yazılı bir levha ile dükkanın başköşesine asarlardı. Bunlardan bir iki örnek: Saatçi dükkânında
Saatin çaldığı evkat değildir her gâh
Müddet-i ömrü geçüb gittiğinde eyler ah.
İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah
Yardımcısıdır doğruların hazret-i Allah
Bir berber dükkânında:
Her seherde besmeleyle açılır dükkânımız,
Hazreti Selman pak´tır pirimiz üstadımız.
Ayrıca dükkânlarda meslek, ahlak ve öğüt içeren levhalar da vardı.
Bunlardan bir örnek:
Dükkân kapusu Hak kapusu, Hak´kına yalvar,
Çeşmim gibidir çeşmeleri akmasa da damlar.
Ahilerin ahlak dışı saydığı, ahiyi ahilikten çıkaran şeyler şunlardı:
1- İçki İçmek, 2- Zina İşleymek, 3- Münafıklık, dedikodu ve iftira etmek, 4-Gururlanmak, kibirlenmek, 5- Merhametsizlik, 6- Kıskanmak, 7- Kin Beslemek 8- Sözünde durmamak, 9- Yalan söylemek, 10- Emanete hıyanet etmek, 11- Kişinin ayıbını örtmemek, bu ayıbı yüzüne vurmak, 12- Cimrilik, eli sıkılık, 13- Adam öldürmek...
Bunlar bugünkü toplumumuzda da kişiyi değersiz kılan, kötü görülen şeylerdir.
Üyeleri sadece ehl-i fütüvvet diye adlandırılan Iran ve Arap bölgelerinde ahiler gibi bir sınıfa, örgüte raslamıyoruz. Oralarda yaran odalarına benzeyen şeyler de yoktur. Kentlerde ve köylerde, ahilerde, konuk ve yaran odalarında görülen, Türklere özgü, yardımseverlik, konukseverlik, büyüklere saygı, küçüklere, düşkünlere şefkat, en yüksek ölçüde tarih alanına çıkışlarından bugüne dek yalnız ve sadece Türklerde görülen şeylerdir. Bu konuda, çok uzun tarihimizin ta eski dönemlerinde bugüne dek geçen süresinden, bugüne dek izleri ve anıları sürmüş birkaç örnek vermek istiyorum:
1- Atilla Hunları diye anılan Hun devletinin egemen olduğu zamanlarda (Î.Ö. 220-Î.S. 216) Çin halkı, binlerce kişilik topluluklarla, kendi hükümdarlarının zulmünden kaçıp kuzeydeki bu Hun Türklerine sığınmışlardır. 7000Km´lik ünlü Çin Seddi´nin yapılmasının başlıca nedenlerinden biri bu idi. Çinliler, kendi halklarının Türklere kaçıp onlara sığınmalarını önlemek için bu şeddi yaptılar.
2- 1492 yılında İspanyolların soykırımından kaçan Yahudileri, Fatih Sultan Mehmed´in oğlu ikinci Beyazid döneminde Anadolu´ya kabul edip onların canlarını kurtardık. Yahudiler bu yıl, o olayın anısını kutluyorlar.
3- ikinci Cihan Savaşı sırasında Hitler Almanya´sının zulmettiği pek-çok bilgini, Ulu Önderimiz Atatürk Türkiye´ye getirterek hem onların canlarını kurtardı, hem de onlardan Türk Üniversiteleri ve aydınları çok yararlandı. Onlardan bazılarının minnet ve şükranlarını kulaklarımla Amerika´da dinledim.
4- Daha geçen yıllarda, Körfez Savaşı sırasında Irak´tan kendi hükümetlerinin zulmüne uğrayıp bize sığınan, o soğuk kış günlerinde sel gibi gelen yarım milyon Iraklı Kürt ve Arap, Türk halkını bağrımıza bastık, aylarca yedirdik, içirdik, giydirdik, çadır, yatak battaniye verdik. Bunların perişan hallerini televizyonlarda ibretle ve hayretle seyrettik.
Oysaki Birinci Cihan Savaşı´nda, Türk gençlerinin eli silah tutanların batıdaki Avrupalı saldırgan devletlere karşı yurdu savunmaya gittikleri sırada, Doğu Anadolu´da Ermeniler, kadın, çocuk, yaşlı demeden binlerce masum Türkü camilere doldurup yaktılar, köylüleri diri diri toprağa gömüp öldürdüler, üstüne üstlük, dünyaya Türkler Ermenilere soy kırımı yaptılar diye arsız hırsız misali olayı çarpıtarak son yıllarda yaygara kopardılar.
Balkan savaşlarında, Anadolu´nun işgalinde, İngilizlerin yardımıyla girdikleri Anadolu Türk köylerinde, kasabalarında, köylerinde Yunanlılar da aynı vahşeti yaptılar. Balkan Savaşlarında Bulgarlar da aynı şeyi yaptılar. Tarihimizin hiç bir döneminde biz Türkler, kadına çocuğa, yaşlıya dokunmamışızdır.